Türk Edebiyatı konusunda çok eksik olduğumu hep söylüyorum. Belki bunu söylediğim için taşlanacağım ama yokluğunu da çok hissetmiyorum; bir kaç tanesi dışında şimdiye kadar okuduğum ve okumak zorunda bırakıldığım yazarlar içimi kıydı— aynı anneannemin izlediği, herkesin sürekli ağlayıp zırladığı ya da kavgaya tutuştuğu diziler gibilerdi. Bu nedenle Yiğit Okur’u da mümkün olduğu kadar öteledim ama yanılmışım. Büyücü, evet, yeri gelince hüzünlü ve kırılgan ama Yiğit Okur’un bana biraz Kurt Vonnegut-vari gelen mizah anlayışı şimdiye kadar süregelen önyargılarımı aldı götürdü.
Büyücü, yoksulluktan gelen ancak daha sonra ikon olan bir kadın ve erkek ile ünlü bir sinema oyuncusu ve futbolcunun hayatlarını konu alıyor. Benim şahsi favorim, ilk tanıştığımız karakter olan ve ileride ünlü bir futbolcu olacak olan Sıtkı oldu. Annesi canını dişine takıp, onu okutmak için çırpınırken Sıtkı ne yapsa beğenirsiniz? Okulu ekip, top oynamaya kaçıyor! Bu senaryoda okulu ekip kaçmanın sonu iyi oluyor çünkü sizin de anladığınız gibi Sıtkı keşfediliyor. Yiğit Okur’un çocukla çocuk olan anlatımının da etkisiyle özellikle Sıtkı ve annesinin arasındaki diyalogları sırıtarak okudum. Hele ki annesinin oğlunu gazete gördüğü zamanki sevinci, gururu, ortalığı ayağa kaldırması gözümün önünde adeta…
Büyücü, biraz da Amores Perros’u hatırlattı bana. Her ne kadar birbirinden farklı hikâyeler bekleseniz de, beklenmedik yerlerde kesişiyor hepsi. Okur, karakterlerini gerçekten tanıyan ve onları önemseyen bir yazar; bu sayede Sıtkı’nın takım arkadaşının köpeğine kadar bizim de onlara yakın hissetmemiz için hiçbir ayrıntıyı sakınmamış. Ama tabii bu Steinbeck’in karşıdan karşıya geçen kaplumbağası gibi değil; onları aralara, ustaca serpiştirmiş ki “offfff yeter” diye baymayalım.
Diğer kitaplarını ne zaman okurum, fırsat olur mu bilmiyorum ama seninle Büyücü ile tanıştığıma memnun oldum sayın Yiğit Okur. Nur içinde yat.
Tanıtım Yazısı:
Büyücü’nün iki ana kahramanından biri, bir Yeşilçam yıldızı. Dumanlı, koyu yeşil gözler. Kirpikler uzun, Sanki onlar da koyu yeşil gözlere gölgelik, Burun kanatları ince, narin, gül yaprağı. Dolgun, kalkık göğüsler, Karın boşluğu, giyinikken bile çıplak. Filmlerinde, parmağında ziller, ince bilekli kollarını kaldırınca, koltuk altlan, nefes kesen, baş döndüren birer uçurum olurdu, Bir de kalçaları, derin gamzeli. Ona âşık Anadolu erkekleri için o bir Tanrıçaydı. Öbürü, bütün yurdun sevgilisi, Yeşil sahaların Kralı. Aydınlık bir alın, kahverengi, hareli gözler, sert, koyu kumral saçlar, Grek tanrılarınınkini andıran bir burun. Bütün arzuları çağrıştıran bir ağız. Sanki mavimsi bir sihir saçardı. İkisi de, kimsenin ulaşmayı, değmeyi hayal bile edemeyecekleri kadar yüce ve uzaktılar. Ama yaşadıkları karton dünyanın acımasız kuralları vardı: Almak, yaratmak, yüceltmek, tüketmek, atmak... Kural da değil, sanki yazgıydı. Yiğit Okur, bütün romanlarında olduğu gibi, Büyücü’de de, pek çok yan kahramanın, birbiriyle kesişen yaşam öykülerini, iç içe geçmiş, beklenmedik, şaşırtan olaylar zincirinde resimliyor. Her zamanki yalın, sıcak, mizah yüklü, yüksek tempolu anlatımıyla güldürüp, düşündürüyor. Hüzne kahkaha giydiriyor.
Buradan satın alın; Büyücü - Yiğit Okur
Bu kitapla ne içilir: Türk kahvesi
Bu kitapla ne dinlenir: Gaye Su Akyol - Develerle Yaşıyorum
Büyücü - Yiğit Okur
by
Zimlicious
/
Sunday, December 24, 2017 /
Posted in
büyücü,
can roman,
türk edebiyatı dizisi,
yiğit okur
Tırmık'a Tırmık - Aydın Engin
Tırmık'a Tırmık, Aydın Engin'in okuduğum üçüncü ve ne yazık ki son kitabı oldu. Kitabı okurken sürekli, keşke daha çok kitap yazsaydı diye düşünürken buldum kendimi. Eh ne yapalım, ne yazık ki onu keşfetmenin ve okumuş olmanın mutluluğuna eriştim. Bu kitapta, AydınEngin okumanın mutluluğunu yaşadıysam da, o güçlü kaleminden çıkan her şey beni mutlu etti diyemeyeceğim. Nedeni de, bu kitapta köşe yazılarını toplamış olması. Türkiye üzerine, insanlar ve kaybettikleri üzerine yazdıklarını okudukça yer yer çok üzüldüm, çoğu zaman da tüylerim diken diken oldu. İyi yazarların okurların üzerindeki etkisine bir kez daha şahit oldum. Gerçekten; söz uçar, yazı kalır!
Tırmık'a Tırmık yazarın Tırmık adlı köşesinde yazdıklarına tekrar tırmık atmasıyla oluşmuş. Yıllar yıllar önce yazdıklarını tekrar anıp yeni gözlerle bakıyor onlara. Okur da onunla birlikte farklı tarihlere, yerlere ve duygulara ışınlanıyor. Ben en çok, kaybettiklerinin ardından yazdıklarına saplanıp kaldım. Acısı, satır aralarından gelip benim de göğsüme konuverdi. Ne yaptıysam kovamadım bir süre, öylece kabullendim. Ne çok acılar çektiriyoruz birbirimize şu küçücük dünyada, tekrar tekrar hayret ettim. Sonra dönüp dönüp yazarın hafta sonu kaçamaklarını okudum. Şehirden, kalabalıktan, trafikten ve insanlardan kaçışlarını da pek güzel anlatıyor yazar. Hatta okuduğunuzda canınız çok fena ayva çekecek, haberiniz olsun. Keyifle, içtenlikle okuyun!
Tanıtım yazısı:
"Türkiye'de her 'köşe'nin bir adı olması gerekiyor. Ben Tırmık koydum. Fena olmadı. Gerçi arada bir 'Tenekeci' ya da 'Turşucu' filan der gibi 'Tırmıkçı' diye de çağrıldığım oluyor ama gene de yazdıklarıma uyuyor gibi geliyor bana... Bir kere kediyi çağrıştırıyor. Ama yumuşacık, bakımlı ve uslu bir ev kedisini değil; çöplüğe de, saray mutfağına da dalarken gözünü kırpmayan, arsız ve kopuk bir sokak kedinisini. Yüzü gözü öteki sokak kedilerinden yaralı bereli. Ama öteki sokak kedileri de suratlarında onun tırmık izlerini taşıyorlar. Yakın çevrem, sık sık berbat bir sokak çocuğu olduğumdan yakınır. Eh, bu bağlamda Tırmık uyuyor... Bir gün sohbet, bir başka gün deneme, birkaç gün üst üste fıkra yazmanın, sonra tutup bir yorum döktürmenin, ardından birine kafayı takıp 'polemik'in çatal diline başvurmanın, okuyucuyu bilmem ama yazara hem keyif verdiğini, hem de geniş bir özgürlük tanıdığını biliyorum. Okurdan bu bağlamda bir yakınış gelmediğine göre sürdürmenin de sakıncası yok..."
Böyle diyor Aydın Engin, gazetesindeki Tırmık adlı köşesinde büyük keyifle okunan köşe yazılarını tırmıklamaya başlarken. Tırmık'a Tırmık adlı bu kitabında bu kez kendi yazdıklarını eleştiriyor, sözün kısası bu kez kendine, kendi Tırmık'larına Tırmık atıyor.
Buradan satın alın; Tırmık'a Tırmık - Aydın Engin
Bu kitapla ne içilir: Koca bir bardak soğuk su.
Bu kitapla ne dinlenir: Bir şey dinlenmez. Aydın Engin'in söyledikleri yankılansın kafanızda.
Tırmık'a Tırmık yazarın Tırmık adlı köşesinde yazdıklarına tekrar tırmık atmasıyla oluşmuş. Yıllar yıllar önce yazdıklarını tekrar anıp yeni gözlerle bakıyor onlara. Okur da onunla birlikte farklı tarihlere, yerlere ve duygulara ışınlanıyor. Ben en çok, kaybettiklerinin ardından yazdıklarına saplanıp kaldım. Acısı, satır aralarından gelip benim de göğsüme konuverdi. Ne yaptıysam kovamadım bir süre, öylece kabullendim. Ne çok acılar çektiriyoruz birbirimize şu küçücük dünyada, tekrar tekrar hayret ettim. Sonra dönüp dönüp yazarın hafta sonu kaçamaklarını okudum. Şehirden, kalabalıktan, trafikten ve insanlardan kaçışlarını da pek güzel anlatıyor yazar. Hatta okuduğunuzda canınız çok fena ayva çekecek, haberiniz olsun. Keyifle, içtenlikle okuyun!
Tanıtım yazısı:
"Türkiye'de her 'köşe'nin bir adı olması gerekiyor. Ben Tırmık koydum. Fena olmadı. Gerçi arada bir 'Tenekeci' ya da 'Turşucu' filan der gibi 'Tırmıkçı' diye de çağrıldığım oluyor ama gene de yazdıklarıma uyuyor gibi geliyor bana... Bir kere kediyi çağrıştırıyor. Ama yumuşacık, bakımlı ve uslu bir ev kedisini değil; çöplüğe de, saray mutfağına da dalarken gözünü kırpmayan, arsız ve kopuk bir sokak kedinisini. Yüzü gözü öteki sokak kedilerinden yaralı bereli. Ama öteki sokak kedileri de suratlarında onun tırmık izlerini taşıyorlar. Yakın çevrem, sık sık berbat bir sokak çocuğu olduğumdan yakınır. Eh, bu bağlamda Tırmık uyuyor... Bir gün sohbet, bir başka gün deneme, birkaç gün üst üste fıkra yazmanın, sonra tutup bir yorum döktürmenin, ardından birine kafayı takıp 'polemik'in çatal diline başvurmanın, okuyucuyu bilmem ama yazara hem keyif verdiğini, hem de geniş bir özgürlük tanıdığını biliyorum. Okurdan bu bağlamda bir yakınış gelmediğine göre sürdürmenin de sakıncası yok..."
Böyle diyor Aydın Engin, gazetesindeki Tırmık adlı köşesinde büyük keyifle okunan köşe yazılarını tırmıklamaya başlarken. Tırmık'a Tırmık adlı bu kitabında bu kez kendi yazdıklarını eleştiriyor, sözün kısası bu kez kendine, kendi Tırmık'larına Tırmık atıyor.
Buradan satın alın; Tırmık'a Tırmık - Aydın Engin
Bu kitapla ne içilir: Koca bir bardak soğuk su.
Bu kitapla ne dinlenir: Bir şey dinlenmez. Aydın Engin'in söyledikleri yankılansın kafanızda.
Bir Burjuvanın İtirafları - Sandor Marai
by
Zimlicious
/
Sunday, December 10, 2017 /
Posted in
Bir Burjuvanın İtirafları,
can roman,
sandor marai
Macar yazar Sandor Marai’nin kaleme aldığı Bir Burjuvanın İtirafları, gerçekten de uzun uzun itiraflar niteliğinde. Hatta “tarihi itiraflar toplaşması” diyebiliriz bu kitap için. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda başlayan itiraflarda burjuva kültürünün son anlarına, daha sonra Orta Avrupa’yı şekillendirecek olaylara tanık oluyoruz.
Bohem yazarımızı, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Berlin’de takip ediyoruz önce. Başarılı bir gazeteci olarak daha sonra da Paris’e geçiyor ancak nostalji aşkıyla yine Macaristan’a dönüyor. Haliyle dile takıntılı olan Marai, kültürüne dönerken anadiline de dönerek gazetecilikten yazarlığa geçiş yapıyor. Kendi içinde kopan fırtınaları okurken illa ki kendinizden bir şeyler buluyorsunuz; düşünceleri özgürlüğe, yalnızlığa, aşka ve işe kayıyor. Hangimiz bunları düşünerek delirmiyoruz ki?
Tarihin depresif yanları, Marai’nin depresyonuyla da birleşince benim için zor bir kitap oldu Bir Burjuvanın İtirafları. Bunda benim kendi kafamın ve hayatımın aşırı yoğun olmasının da büyük etkisi var, o nedenle böyle dedim diye hemen silmeyin kitabı. Tarihe ve insana meraklıysanız, tam size göre olabilir.
Tanıtım Yazısı:
Bir Burjuvanın İtirafları, Macar yazar Sándor Márai'nin belki en önemli yapıtı ve iki dünya savaşı arası Macar edebiyatının en mükemmel örneklerinden biridir. Yazarın, çocukluğunu, gençlik dönemini ve yetişkin bir erkek oluncaya kadar geçirdiği bedensel-ruhsal gelişmeyi olağanüstü bir içtenlikle dile getirdiği bu eser, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun dağılmasından sonraki yıllarda Orta Avrupa burjuvazisinin kültürünü, düşünce tarzını, ahlak kurallarını ve yaşam biçimini betimliyor. Hayatı boyunca her şeyden önce doğduğu şehre, ait olduğu aileye, bağlı olduğu sınıfa ve Avrupa kültürüne sadık kalan Márai şöyle diyor: “Yazmama izin verildiği sürece, ahlakın içgüdülere galebe çalacağına, aklın gücünün cahil kalabalıkları durdurmaya yeteceğine inanılan bir dönemin yaşanmış olduğuna tanıklık edeceğim.”
Buradan satın alın; Bir Burjuvanın İtirafları - Sandor Marai
Bu kitapla ne içilir: Rahatlatıcı bir çay (ekinezya mıydı neydi?)
Bu kitapla ne dinlenir: Franz Liszt - Hungarian Rhapsody
Bohem yazarımızı, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Berlin’de takip ediyoruz önce. Başarılı bir gazeteci olarak daha sonra da Paris’e geçiyor ancak nostalji aşkıyla yine Macaristan’a dönüyor. Haliyle dile takıntılı olan Marai, kültürüne dönerken anadiline de dönerek gazetecilikten yazarlığa geçiş yapıyor. Kendi içinde kopan fırtınaları okurken illa ki kendinizden bir şeyler buluyorsunuz; düşünceleri özgürlüğe, yalnızlığa, aşka ve işe kayıyor. Hangimiz bunları düşünerek delirmiyoruz ki?
Tarihin depresif yanları, Marai’nin depresyonuyla da birleşince benim için zor bir kitap oldu Bir Burjuvanın İtirafları. Bunda benim kendi kafamın ve hayatımın aşırı yoğun olmasının da büyük etkisi var, o nedenle böyle dedim diye hemen silmeyin kitabı. Tarihe ve insana meraklıysanız, tam size göre olabilir.
Tanıtım Yazısı:
Bir Burjuvanın İtirafları, Macar yazar Sándor Márai'nin belki en önemli yapıtı ve iki dünya savaşı arası Macar edebiyatının en mükemmel örneklerinden biridir. Yazarın, çocukluğunu, gençlik dönemini ve yetişkin bir erkek oluncaya kadar geçirdiği bedensel-ruhsal gelişmeyi olağanüstü bir içtenlikle dile getirdiği bu eser, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun dağılmasından sonraki yıllarda Orta Avrupa burjuvazisinin kültürünü, düşünce tarzını, ahlak kurallarını ve yaşam biçimini betimliyor. Hayatı boyunca her şeyden önce doğduğu şehre, ait olduğu aileye, bağlı olduğu sınıfa ve Avrupa kültürüne sadık kalan Márai şöyle diyor: “Yazmama izin verildiği sürece, ahlakın içgüdülere galebe çalacağına, aklın gücünün cahil kalabalıkları durdurmaya yeteceğine inanılan bir dönemin yaşanmış olduğuna tanıklık edeceğim.”
Buradan satın alın; Bir Burjuvanın İtirafları - Sandor Marai
Bu kitapla ne içilir: Rahatlatıcı bir çay (ekinezya mıydı neydi?)
Bu kitapla ne dinlenir: Franz Liszt - Hungarian Rhapsody
Mansfield Park - Jane Austen
by
Elif Durmaz
/
Sunday, December 3, 2017 /
Posted in
dünya klasikleri dizisi,
Jane Austen,
Mansfield Park
Mansfield Park Jane Austen'ın okuduğum dördüncü kitabı oldu ve sanırım okuması en çok zaman alan da bu oldu. Diğer kitaplarına kıyasla biraz daha az zevkle okuduysam da yine de hoş bir Jane Austen klasiği olduğunu söyleyebilirim. Diğer kitaplarıyla kıyaslayacak olsam, ana karakter Fanny'i diğer romanlarındaki Elizabeth Bennet ve Emma'dan daha çok sevdiğimi söyleyebilirim ama ne Aşk ve Gurur'daki mizah ne de Emma'daki sürükleyicilik vardı bu kitapta. Hepsinden çok daha yavaş ve sonu diğerlerine göre çok daha detaysız bitiveren bir romandı. Ama işte yine de güzel bir Austen romanıydı.
Mansfield Park, Fanny Price'ın ince ruhuna pek de uymayan fakir ve kaba aile evinden ayrılıp, zenginlik ve nezaket içinde yüzen teyzesinin evi Mansfield Park'a gelmesiyle başlıyor. Küçük yaşta yerleştiği bu evde yaşamaya alışması hayli zor olsa da zaman geçtikçe, kuzeni Edmund'un da yardımıyla bu evin kurallarına ve tarzına uyum sağlamaya başlıyor. Her Austen romanında olduğu gibi olaylar ve karakterler üzerinden müthiş bir toplum tablosu seriliyor önünüze. Her bir karakter üzerinden hayat dersleri de vermeyi ihmal etmiyor Austen. Her kitabında yazarın gözlem gücüne hayran kalmadan edemiyorum doğrusu. Böylesine derin ve üç boyutlu karakterlerle her zaman karşılaşamıyor insan. Kitap boyunca Fanny'nin gelişimini seyretmek ve etrafındaki gülünç olayları takip etmek, sanki uzak akrabalarımdan haber alıyormuşum gibi hissettirdi bana. Bir de tabi her Austen romanındaki bol engelli bir aşk öyküsü de mevcut. Keyifle okuyun!
Tanıtım yazısı:
Mansfield Parkı, tıpkı Emma gibi, Jane Austen’ın olgunluk dönemi romanlarındandır. Gerçi zina, Austen’ın romanlarında pek rastlanan bir tema değildir, ama huzur içinde yaşayan ev halkını birbirine kattığında, hiç umulmadık sonuçlara yol açacaktır. Romanın kadın kahramanı Fanny Price, bu sonuçlarla mücadele etmek zorunda kalacak, bu arada bir yandan kendi duygularıyla yüzleşirken, bir yandan da yakın çevresinden gelen baskılara karşı koyması gerekecektir.
Mansfield Parkı, gerek anlatım biçimi, gerek dini ve dinsel görev bilincini tartışması bakımından Austen’ın en ciddi romanıdır. Fanny Price, Bertram ailesinin kır evlerinde onların elinde yetişmiş, pek ilgi gösterilmeyen, içekapanık bir kızdır. Roman geliştikçe gerçek bir kahramana dönüşecek, ahlakî yetkinliği sayesinde sonunda kendisini Bertram ailesine bütünüyle kabul ettirecektir.
Aşk ve Gurur ve Emma gibi Mansfield Parkı’nı da Nihal Yeğinobalı’nın yetkin Türkçesiyle sunuyoruz.
Buradan satın alın: Mansfield Park - Jane Austen
Bu kitapla ne içilir: Nane çayı çok hoş bir şekilde eşlik etti doğrusu.
Bu kitapla ne dinlenir: Recomposed by Max Richter: Vivaldi, The Four Seasons. Sadece kitapla değil, sürekli dinleyin derim. Bayılacaksınız!
Mansfield Park, Fanny Price'ın ince ruhuna pek de uymayan fakir ve kaba aile evinden ayrılıp, zenginlik ve nezaket içinde yüzen teyzesinin evi Mansfield Park'a gelmesiyle başlıyor. Küçük yaşta yerleştiği bu evde yaşamaya alışması hayli zor olsa da zaman geçtikçe, kuzeni Edmund'un da yardımıyla bu evin kurallarına ve tarzına uyum sağlamaya başlıyor. Her Austen romanında olduğu gibi olaylar ve karakterler üzerinden müthiş bir toplum tablosu seriliyor önünüze. Her bir karakter üzerinden hayat dersleri de vermeyi ihmal etmiyor Austen. Her kitabında yazarın gözlem gücüne hayran kalmadan edemiyorum doğrusu. Böylesine derin ve üç boyutlu karakterlerle her zaman karşılaşamıyor insan. Kitap boyunca Fanny'nin gelişimini seyretmek ve etrafındaki gülünç olayları takip etmek, sanki uzak akrabalarımdan haber alıyormuşum gibi hissettirdi bana. Bir de tabi her Austen romanındaki bol engelli bir aşk öyküsü de mevcut. Keyifle okuyun!
Tanıtım yazısı:
Mansfield Parkı, tıpkı Emma gibi, Jane Austen’ın olgunluk dönemi romanlarındandır. Gerçi zina, Austen’ın romanlarında pek rastlanan bir tema değildir, ama huzur içinde yaşayan ev halkını birbirine kattığında, hiç umulmadık sonuçlara yol açacaktır. Romanın kadın kahramanı Fanny Price, bu sonuçlarla mücadele etmek zorunda kalacak, bu arada bir yandan kendi duygularıyla yüzleşirken, bir yandan da yakın çevresinden gelen baskılara karşı koyması gerekecektir.
Mansfield Parkı, gerek anlatım biçimi, gerek dini ve dinsel görev bilincini tartışması bakımından Austen’ın en ciddi romanıdır. Fanny Price, Bertram ailesinin kır evlerinde onların elinde yetişmiş, pek ilgi gösterilmeyen, içekapanık bir kızdır. Roman geliştikçe gerçek bir kahramana dönüşecek, ahlakî yetkinliği sayesinde sonunda kendisini Bertram ailesine bütünüyle kabul ettirecektir.
Aşk ve Gurur ve Emma gibi Mansfield Parkı’nı da Nihal Yeğinobalı’nın yetkin Türkçesiyle sunuyoruz.
Buradan satın alın: Mansfield Park - Jane Austen
Bu kitapla ne dinlenir: Recomposed by Max Richter: Vivaldi, The Four Seasons. Sadece kitapla değil, sürekli dinleyin derim. Bayılacaksınız!
Altın Ejder Krallığı - Isabel Allende
by
Zimlicious
/
Sunday, November 26, 2017 /
Posted in
Altın Ejder Krallığı,
Can çocuk,
isabel allende
Sanıyorum artık yazıya “Isabel Allende candır” diye giriş yapmama gerek yok; kendisi canlabirsene’de bol bol yer verdiğimiz ve benim şahsen kendisine doyamadığım bir yazar. Altın Ejder Krallığı, Canavarlar Kenti’nin devamı niteliğinde. Yani, Canavarlar Kenti’ni okumadıysanız, Altın Ejder Krallığı’ndan önce mızıkçılık yapmayıp, onu okumanız gerek ve okumadıysanız da bu yazı spoiler içerikli olabilir, demedi demeyin.
Canavarlar Kenti’nde Alexander Cole ve çılgın babaannesinin Amazon’un bilinmeyen köşelerindeki maceralarına tanık olmuştuk. Canavarlar Kenti, insanın doğayı nasıl mahvettiğine odaklanırken, Altın Ejder Krallığı biraz daha spiritüel konulara odaklanıyor. Altın Ejder Krallığı’nda, 16 yaşına girmiş bir Alexander ile karşılaşıyoruz. Babaannesi Kate ve Amazon’da tanıştığı tatlı kız Nadia ile bu sefer yolları Himalayalar’a düşüyor. Hedefleri, Yasak Krallık’ı bulmak. Bu krallıkta yüzyıllardır gizli tutulan, değerli taşlarla süslü, söylenceye göre barışın sürdürülmesini sağlayan büyülü bir heykel olan Altın Ejder’in peşindeler. Peşindeler derken de, çalmak falan için değil, sakın yanlış anlamayın; babaanne Kate, National Geographic’e yazan bir araştırmacı.
Açgözlülüğün olmadığı yer: Altın Ejder Krallığı
Altın Ejder Krallığı, açgözlülüğün, hırsın, düşmanlığın, suçun olmadığı bir yer. Hayal etmesi çok zor, değil mi? Bu şahane ekip, kralla tanışıp, zaman geçirmeye başlamışken bir hırsız ve şeytani ekibi yalnızca Altın Ejder heykelini çalmakla kalmıyor, kralla birlikte kasabadaki genç kızları da rehin alıyor. Alexander, yine kendisini tehlikeli bir görev de buluyor yani.
Isabel Allende, Altın Ejder Krallığı’nda çocuklara şefkat, affetme ve dünyevilik konularını aşılamaya çalışmış. Böyle bir yazarın güçlü kaleminden fantastik bir macera çıkınca da hem çocukların severek okuyacağı, hem de içindeki mesajların akılda kalıcı olacağı bir hikâye çıkıyor haliyle ortaya. Okuyunuz, okutunuz; bu dersleri tekrar tekrar öğrenmek için çocuk olmak gerekmiyor.
Tanıtım Yazısı:
Himalayalar'da küçük bir krallıkta yüzyıllardır gizli tutulan, değerli taşlarla süslü Altın Ejder heykeli, söylenceye göre barışın sürdürülmesini sağlayan büyülü bir heykeldir. Ancak ülkede süre gelen barış ortamı insan ruhunun açgözlülüğü yüzünden bozulma tehlikesi ile karşı karşıyadır...
Bu kitapla ne içilir: Marshmallow'lu sıcak çikolata
Bu kitapla ne dinlenir: Led Zeppelin - That's the Way
Canavarlar Kenti’nde Alexander Cole ve çılgın babaannesinin Amazon’un bilinmeyen köşelerindeki maceralarına tanık olmuştuk. Canavarlar Kenti, insanın doğayı nasıl mahvettiğine odaklanırken, Altın Ejder Krallığı biraz daha spiritüel konulara odaklanıyor. Altın Ejder Krallığı’nda, 16 yaşına girmiş bir Alexander ile karşılaşıyoruz. Babaannesi Kate ve Amazon’da tanıştığı tatlı kız Nadia ile bu sefer yolları Himalayalar’a düşüyor. Hedefleri, Yasak Krallık’ı bulmak. Bu krallıkta yüzyıllardır gizli tutulan, değerli taşlarla süslü, söylenceye göre barışın sürdürülmesini sağlayan büyülü bir heykel olan Altın Ejder’in peşindeler. Peşindeler derken de, çalmak falan için değil, sakın yanlış anlamayın; babaanne Kate, National Geographic’e yazan bir araştırmacı.
Açgözlülüğün olmadığı yer: Altın Ejder Krallığı
Altın Ejder Krallığı, açgözlülüğün, hırsın, düşmanlığın, suçun olmadığı bir yer. Hayal etmesi çok zor, değil mi? Bu şahane ekip, kralla tanışıp, zaman geçirmeye başlamışken bir hırsız ve şeytani ekibi yalnızca Altın Ejder heykelini çalmakla kalmıyor, kralla birlikte kasabadaki genç kızları da rehin alıyor. Alexander, yine kendisini tehlikeli bir görev de buluyor yani.
Isabel Allende, Altın Ejder Krallığı’nda çocuklara şefkat, affetme ve dünyevilik konularını aşılamaya çalışmış. Böyle bir yazarın güçlü kaleminden fantastik bir macera çıkınca da hem çocukların severek okuyacağı, hem de içindeki mesajların akılda kalıcı olacağı bir hikâye çıkıyor haliyle ortaya. Okuyunuz, okutunuz; bu dersleri tekrar tekrar öğrenmek için çocuk olmak gerekmiyor.
Tanıtım Yazısı:
Himalayalar'da küçük bir krallıkta yüzyıllardır gizli tutulan, değerli taşlarla süslü Altın Ejder heykeli, söylenceye göre barışın sürdürülmesini sağlayan büyülü bir heykeldir. Ancak ülkede süre gelen barış ortamı insan ruhunun açgözlülüğü yüzünden bozulma tehlikesi ile karşı karşıyadır...
Bu kitapla ne içilir: Marshmallow'lu sıcak çikolata
Bu kitapla ne dinlenir: Led Zeppelin - That's the Way
Fil - Raymond Carver
Fil, Raymond Carver'ın okuduğum dördüncü öykü kitabı ve aslını isterseniz yüzlerce daha okusam yazara doyamayacağım. Bana öyküleri gerçekten sevdiren nadir yazarlardan olduğundan bendeki yeri çok ayrı ve ara sıra dönüp dönüp birkaç öyküsünü tekrar okuyorum. Her yeni kitabında da farklı bir ses yakalamayı başarıyorum. Carver'ın öyküleri insanı çarpan öykülerden. Bazıları gerçekten çok rahatsız edici, bazıları da ayna gibi...
Fil, gönüllü olarak seçmediğimiz hayatları yaşayışımızı ele alıyor ve çoğu zaman da biraz acımasız olabiliyor. İçindeki yedi öyküsünün yedisi de beni fazlasıyla etkiledi diyebilirim. Özellikle ikinci öykü "Bu Yatakta Her Kim Yatıyorduysa" okurken hafif çaplı bir çarpıntı geçirmeme sebep oldu. Kitaba ismini veren öykü "Fil" ise başlı başına bir yapıt kanımca. Raymond Carver öykü seven sevmeyen herkesin okuması gereken bir yazar, henüz okumadıysanız en kısa zamanda birkaç öyküsüne göz atın derim. Keyifle!
Tanıtım yazısı:
Kollarını boynuma dolayıp bana sarılıyor ve başını omzuma yaslıyor. Ama mesele şu: Az önce ona söylediklerim, bütün gün ara ara düşündüklerim, şey, bir tür görünmez çizgiyi aşmışım gibi hissediyorum. Hiç gelmek zorunda kalmayacağımı sandığım bir yere gelmişim gibi hissediyorum. Ve buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Garip bir yer. Kısa, zararsız bir rüyanın, sonra da sabah erkenden yapılan uykulu bir konuşmanın beni ölüm ve yok oluş düşüncelerine sürüklediği bir yer.
Yaşamın acı yüzüyle bu kadar erken tanışmasaydı, kuşkusuz yine yazar olurdu ama hiçbir zaman okurları tarafından böyle sahiplenilmezdi Raymond Carver. Gençlerin haytalık yapıp havai aşklar kovaladığı yaşlarda o evli ve iki çocuk babasıydı. Hayatı öğrenmenin yolu, bulduğu her işte çalışmaktı. Benzincide çalıştı, hademelik, garsonluk yaptı. Yaşananlar, kâğıda döküldüğünde bazen Çehov tadındaydı, bazen Kafka... İnsanların yaşamlarında barınan, gizlenen öyküleri, yalın, gerçekçi, acıtan şiirsel bir dille yansıttı. Yenilenler içkiye sığınırken, kısa öykü türünü yeniden var eden Carver, her başarısında içti, çok içti, ölümüne içti...
Raymond Carver'ın son dönem öykülerini içeren Fil, yazarın en önemli eserlerinden biri olarak görülüyor.
Buradan satın alın: Fil - Raymond Carver
Bu kitapla ne içilir: Americano
Bu kitapla ne dinlenir: The Night - Morphine
Kana Bulanmış Sakal - Daniel Galera
Kana Bulanmış Sakal, en basit tanımıyla aile sırlarını genç bir adamın hikâyesi. Yüzme hocası olan adam, hayatıyla daha fazla şey yapmak istediğini hissediyor içten içe. Bir yandan da içini kemiren şeyler var tabii; mesela, abisi kız arkadaşını çalmış. Buna benzer yaralarını sarmaya çalışırken, kendini FIFA Dünya Kupası video oyununa vermiş… Pek çoğumuzun yaralı olduğu zamanlarda yaptığı gibi kafayı dağıtmak için o da bir şeye sarmış işte.
Tüm bunların etkisi ve denize karşı bir yerlerde yaşamanın hayaliyle adam (adı olmadığı için kullanmıyorum bu arada; isimsiz karakterler candır) kendisini dedesinin ölümünün gizemini çözmeye çalışırken buluyor. İşte böyle dökülmeye başlıyor aile sırları ortaya…
Kana Bulanmış Sakal, deniz, kum ve yalnızlık kokuyor
Galera, ilk defa okuduğum ama şimdiden tarzına bayıldığım bir yazar olduğu. Kana Bulanmış Sakal, sezon kapandığında sahil kasabalarında süregelen sessizliği ve yalnızlığı ana karakterin içsel dünyasıyla öyle güzel bir şekilde birleştirmiş ki… Adam, bir yandan dedesinin ölümünü çözmeye çalışırken, bir yandan da sanki kendisi de o kasabada ölecekmiş gibi hissediyor. Kendisinin, insanların yüzlerini tanıyamamak gibi bir nörolojik bozukluğu da var; hatta bazen kendi yüzünü bile tanıyamaz halde oluyor aynada. Kendini tanıyamayan biri, başkalarını nasıl tanıyacak, onların sırlarını nasıl çözecek diye merak ediyorsunuz ister istemez.
Ama tüm bu anlattıklarımdan Kana Bulanmış Sakal depresif bir kitap diye düşünmeyin. Galera’nın en sevdiğim yanlarından biri de bu oldu: bu kadar yalnızlığın, depresyonun içine o kadar çok komedi eklemiş ki! Mesela, adamın katıldığı poker oyunlarından birinde oyuncuların tümü masadan kalkmalarına hiç gerek kalmasın diye yetişkin bezi giyerek oynuyorlar. Tanıştığı hayat kadınının dövmesinde “Tanrı öldü” yazıyor. Sarhoşken araba sürdüğünde her şeyi çift görmemek için arabasında korsanların taktığı tarzda göz bandı bulunduran bir adam var…
Bu tuhaf karakterleri küçük, sessiz, sakin bir sahil kasabasında bir araya getirirseniz neler olur? Kana Bulanmış Sakal, işte tam da bunun cevabı.
Tanıtım Yazısı:
Buraya kim gelse aynı şeyi söyler, diyor kadın tatlılıkla. Tek istediğim deniz kenarında yaşamak. Tek istediğim sörf yapmak. Tek istediğim düşüncelerimle baş başa kalmak. Tek istediğim doğanın tadını çıkarmak. Tek istediğim kitap yazmak. Tek istediğim balık tutmak. Tek istediğim bir kızı unutmak. Tek istediğim hayatımın aşkıyla karşılaşmak. Tek istediğim yalnız kalmak. Tek istediğim huzur bulmak. Tek istediğim her şeye en baştan başlamak.
Kış gelirken Brezilya'nın güneyindeki bir sahil kasabasına yerleşen isimsiz bir adam. Seneler önce aynı yerde ölen dedesinin ardındaki gizemi kurcaladıkça çehresi değişen kasabalılar. Kendi geçmişlerinden kaçtıkça özlerine yaklaşan insanlar.
2012'de Granta'nın En İyi Brezilyalı Genç Romancılar arasında gösterdiği Daniel Galera'nın gerçekçi bir üslupla kaleme aldığı Kana Bulanmış Sakal; insanlara, hayvanlara ve içgüdülere dair bir roman.
(Tanıtım Bülteninden)
Bu kitapla ne içilir: Piña colada
Bu kitapla ne dinlenir: Nick Cave and the Bad Seeds - Red Right Hand
Tüm bunların etkisi ve denize karşı bir yerlerde yaşamanın hayaliyle adam (adı olmadığı için kullanmıyorum bu arada; isimsiz karakterler candır) kendisini dedesinin ölümünün gizemini çözmeye çalışırken buluyor. İşte böyle dökülmeye başlıyor aile sırları ortaya…
Kana Bulanmış Sakal, deniz, kum ve yalnızlık kokuyor
Galera, ilk defa okuduğum ama şimdiden tarzına bayıldığım bir yazar olduğu. Kana Bulanmış Sakal, sezon kapandığında sahil kasabalarında süregelen sessizliği ve yalnızlığı ana karakterin içsel dünyasıyla öyle güzel bir şekilde birleştirmiş ki… Adam, bir yandan dedesinin ölümünü çözmeye çalışırken, bir yandan da sanki kendisi de o kasabada ölecekmiş gibi hissediyor. Kendisinin, insanların yüzlerini tanıyamamak gibi bir nörolojik bozukluğu da var; hatta bazen kendi yüzünü bile tanıyamaz halde oluyor aynada. Kendini tanıyamayan biri, başkalarını nasıl tanıyacak, onların sırlarını nasıl çözecek diye merak ediyorsunuz ister istemez.
Ama tüm bu anlattıklarımdan Kana Bulanmış Sakal depresif bir kitap diye düşünmeyin. Galera’nın en sevdiğim yanlarından biri de bu oldu: bu kadar yalnızlığın, depresyonun içine o kadar çok komedi eklemiş ki! Mesela, adamın katıldığı poker oyunlarından birinde oyuncuların tümü masadan kalkmalarına hiç gerek kalmasın diye yetişkin bezi giyerek oynuyorlar. Tanıştığı hayat kadınının dövmesinde “Tanrı öldü” yazıyor. Sarhoşken araba sürdüğünde her şeyi çift görmemek için arabasında korsanların taktığı tarzda göz bandı bulunduran bir adam var…
Bu tuhaf karakterleri küçük, sessiz, sakin bir sahil kasabasında bir araya getirirseniz neler olur? Kana Bulanmış Sakal, işte tam da bunun cevabı.
Tanıtım Yazısı:
Buraya kim gelse aynı şeyi söyler, diyor kadın tatlılıkla. Tek istediğim deniz kenarında yaşamak. Tek istediğim sörf yapmak. Tek istediğim düşüncelerimle baş başa kalmak. Tek istediğim doğanın tadını çıkarmak. Tek istediğim kitap yazmak. Tek istediğim balık tutmak. Tek istediğim bir kızı unutmak. Tek istediğim hayatımın aşkıyla karşılaşmak. Tek istediğim yalnız kalmak. Tek istediğim huzur bulmak. Tek istediğim her şeye en baştan başlamak.
Kış gelirken Brezilya'nın güneyindeki bir sahil kasabasına yerleşen isimsiz bir adam. Seneler önce aynı yerde ölen dedesinin ardındaki gizemi kurcaladıkça çehresi değişen kasabalılar. Kendi geçmişlerinden kaçtıkça özlerine yaklaşan insanlar.
2012'de Granta'nın En İyi Brezilyalı Genç Romancılar arasında gösterdiği Daniel Galera'nın gerçekçi bir üslupla kaleme aldığı Kana Bulanmış Sakal; insanlara, hayvanlara ve içgüdülere dair bir roman.
(Tanıtım Bülteninden)
Bu kitapla ne içilir: Piña colada
Bu kitapla ne dinlenir: Nick Cave and the Bad Seeds - Red Right Hand